Anayasa Mahkemesi’nin terörü destekleyen açıklama yapan akademisyenleri temize çıkaran kararı ile ilgili Bursa Teknik Üniversitesi Rektörlüğü, “Hukuk İnsanı” gözü ile detaylı değerlendirme yapmış olan Yıldırım Beyazit Üniversitesi senato kararını desteklemekte ve bilgilerinize sunmaktadır:
“Anayasa Mahkemesi’nin İhlal Kararı Anayasal mıdır?
Üniversitemiz Senatosu’nun 30.07.2019 tarih ve 2019/27/01 Sayılı Kararı ile;
Anayasa’nın 153/6 maddesine göre, “Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” Fakat bu durum Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştirilemeyeceği, tenkitten muaf tutulacağı anlamına gelmez. Bu sebeple, mahkeme kararları hakkında fikir serdetmek, tenkit ve tespitlerde bulunmak hem bir bilimsel eleştiri hakkı hem de ilmi çalışmaların merkezi olan Üniversiteler bakımından bir yükümlülüktür.
Bu çerçevede;
Anayasa Mahkemesi`nin devletin temel organları gibi varlık dayanağını ve gücünü anayasadan aldığı tartışmasızdır. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 146. maddesi vd. hükümleri uyarınca kuruluşu, yetkisi ve görevleri düzenlenmiş bir yüksek mahkemedir.
Anayasa Mahkemesi tarafından verilen her türlü kararın, yasama ve yürütme organlarının işlemleri gibi Anayasa m.11 gereğince Başlangıç (Dîbâce) Bölümü de dâhil olmak üzere “Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” ilkesine tabi olduğu açıktır.
Her ne kadar kararın gerekçesi henüz yayınlanmamış ise de Anayasa Mahkemesi, 26 Temmuz 2019 tarihinde basına yansıyan bireysel başvuru kararı ile Anayasa`nın zikredilen bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine açık bir şekilde aykırı hareket etmiştir.
Bahse konu bireysel başvuru kararında Mahkeme, bir kısım akademisyenin sözde ‘Barış Bildirisi’ne imza atmaları sebebiyle cezalandırılmalarının Anayasanın 26. maddesi bağlamında bir hak ihlali olduğuna karar vermiştir.
Ne var ki sözde Barış Bildirisi ile vahşetin her türlüsünü ortaya koyan terör örgütü PKK`nın bağımsızlık ve kurtarılmış bölge ilanları, kazdığı hendek ve çukurlar, patlatılan bombalar, şehir merkezlerinde estirilen terör bir anlamda meşru gösterilmiş; bu tür eylemler en azından zımnen teşvik ve teşcî edilmiştir. Zira devletin mezkûr terör eylemlerini sona erdirmek, kamu düzenini tesis etmek ve günlük yaşantıyı normale döndürmek amacıyla hukuki çerçevede gerçekleştirmiş olduğu meşru operasyonlar sözde Barış Bildirisi`nde “kasıtlı ve planlı kıyım”, “katliam”, “bilinçli sürgün” olarak nitelendirilmiştir. Oysaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, terörist saldırıları görmezden gelip devletin teröristlere karşı yürüttüğü operasyonları “kasıtlı ve planlı kıyım”, “katliam”, “bilinçli sürgün” olarak nitelemek şöyle dursun, “terörist saldırıları kınamaktan kaçınmanın dahi belirli durumlarda terörizmi zımnen desteklemek anlamına geleceğini”, belirtmiş ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiği iddialarını aynı gerekçelerle dinlemeye dahi gerek duymayarak reddetmiştir. (Bkz: AİHM Kararı, Herri Batasuna – İspanya Davası, Başvuru Numarası: 25803/04 ve 25817/04, Başvuru Tarihi: 30 Haziran 2009, Paragraf: 88 ve 96-97).
Hemen belirtelim ki ifade özgürlüğünün Sözleşmesel ve Anayasal güvence altına alınmış bir temel hak olduğu şüpheden uzaktır. Ancak bu hakkın beraberinde birtakım ödev ve sorumlulukları getirdiği, belirli kısıtlamalara/sınırlamalara tâbi olduğu da izahtan varestedir. Bu durum hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (m.10/2) hem de Anayasa`da (m.26/2) açık bir şekilde düzenlenmiştir.
Anayasa Mahkemesi, bahse konu kararında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10/1; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar” ile Anayasa’nın 26/1 maddesinin; “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar” hükmüne dayanmıştır. Ne var ki her iki maddenin de 2. fıkrasında düzenlenen ve ifade özgürlüğünün sınırlarını tespit ve tayin eden “millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması” şeklindeki Sözleşmesel ve Anayasal ölçüleri görmezden gelmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m.10/2`ye göre; “Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi… için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.” Benzer şekilde Anayasa m.26/2`ye göre; “Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması… amaçlarıyla sınırlanabilir.”
Bu bağlamda, sözde Barış Bildirisi`ndeki; “Bu kasıtlı ve planlı kıyım”, “Devletin… tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesi …”, “Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini…” ve “… bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı…” şeklindeki beyanların Anayasa Mahkemesi tarafından ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi, Anayasa’dan gücünü alan Anayasa Mahkemesi`nin bizzat kendi varlığını tartışmaya açacağı aşikârdır.
Yine Anayasa Mahkemesi, söz konusu kararı ile Anayasa’nın “Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılamaması” başlıklı 14. maddesindeki “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri,Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı… amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz (f1). Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa`da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz (f2).” hükmü ile de ters düşmüştür.
Sonuç olarak;
Anayasa Mahkemesi, hak ve özgürlükleri başta Anayasa`da ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde öngörülen ölçüleri dikkate alarak hakkaniyet çerçevesinde koruyup gözetmekle yükümlüdür. Bu sebeple, şehir merkezlerinde kazılan hendekleri, gerçekleştirilen vahşi terör eylemlerini, bozulan kamu düzen ve güvenliğini görmezden gelip devletin terör eylemlerini sona erdirmek, kamu düzen ve güvenliğini tesis etmek için gerçekleştirdiği meşru operasyonları “katliam”, “kıyım”, “sürgün” olarak niteleyen bir metni “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirmek kendi içinde ciddi bir çelişkidir.
Zira Anayasal düzene ve hukuka aykırı her eyleme hukuk çerçevesinde müdahale etmek kamu organlarının Anayasal görevidir. Terörist saldırıları kınamaktan kaçınmanın dahi belirli durumlarda terörizmi zımnen desteklemek anlamına geldiği AİHM`in yukarıda zikredilen Herri Batasuna – İspanya Kararı (25803/04 ve 25817/04) ile sabitken, böyle bir müdahalenin sözde Barış Bildirisi`nde “katliam”, “kıyım”, “sürgün” olarak nitelendirilmesi ve bunun da Anayasa Mahkemesi tarafından ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi her türlü hukuki dayanaktan yoksun olduğu gibi, Anayasal düzenin tehlikeye atılmasıyla da eşdeğerdir.
Bu sebeple, Türk milleti adına karar vermekle yetkili kılınan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının Anayasa`ya, hukuka, adalet ve hakkaniyete aykırı olmaması gerektiğine inanıyor, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararını Türk milletinin ferasetine ve vicdanına havale ediyoruz.
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Senatosu 30.07.2019 tarih ve 2019/27/01 sayılı kararı uyarınca işbu bildiri oybirliği ile kabul edilerek yayımlanması uygun görülmüştür.”